Boşanma kelimesi toplumda hâlâ keskin, sert ve çoğu zaman da suçla ilişkilendirilen bir kelime. Bir çiftin ayrıldığını duyduğumuzda ilk sorumuz genellikle şu oluyor: “Ne oldu?” Bu sorunun altında ise çoğu zaman şu gizli niyet yatar: “Kim suçlu?”
Toplum olarak ilişkileri ya “mükemmel uyum” ya da “büyük ihanet” olarak görmeye eğilimliyiz. Aradaki gri alanları kabul etmekte zorlanıyoruz. Oysa evlilikler tıpkı insanlar gibi karmaşıktır. Bir evliliğin sona ermesi, mutlaka büyük bir kriz, ihanete uğrama ya da terk edilme gibi dramatik bir olayla olmak zorunda değildir. Çoğu zaman bu karar, uzun bir yorgunluk sürecinin sonunda gelir. Ne biri katildir ne diğeri kurban. Sadece birlikte yürüyememiş iki insandır.
Ancak biz bu gerçeği kabullenmek yerine, tarafları belirleyip birini aklamaya, diğerini suçlamaya çalışıyoruz. Bunun birkaç nedeni olabilir. Öncelikle, boşanma hâlâ toplumda başarısızlıkla özdeşleştiriliyor. Boşanmış bir kadın ya da erkek, ister istemez “neden başaramadın?” bakışıyla karşı karşıya kalıyor. Bu baskı, hem bireylerin içsel dünyasında derin yaralar açıyor hem de boşanma sürecini daha da yıpratıcı hâle getiriyor.
Kadınlar bu konuda özellikle ağır yargılara maruz kalıyor. Eğer boşanmayı kadın istemişse, “sabretmeliydi” deniyor. Eğer erkek istemişse, “sorumluluk alamadı” deniyor. Hâlbuki bazen insanlar gerçekten de tükeniyor. Ne sevgisizlikten ne ihanetten, sadece yorgunluktan. İki iyi insanın, birbirine iyi gelememesi mümkün. Ve bu kimseyi kötü yapmaz.
Fakat biz çoğu zaman boşanma olayını bir dava gibi ele alıyoruz. Adeta bir mahkeme kuruyoruz. Delil arıyoruz: “Mesaj var mı?”, “Aldatma oldu mu?”, “Şiddet var mıydı?” Bu sorular elbette bazı vakalarda anlamlı olabilir. Ancak çoğu ayrılık, bu kadar dramatik nedenlere değil, küçük ama sürekli biriken mutsuzluklara dayanır. Dışarıdan görünmeyen, gözle görülmeyen ama derinlere işleyen yorgunluklara...
Boşanmanın bir diğer toplumsal boyutu da korkudur. Evet, suçlu arama refleksimizin ardında çoğu zaman bir savunma mekanizması vardır. Çünkü boşanan birini gördüğümüzde içten içe şunu düşünürüz: “Ya benim de başıma gelirse?” Ve bu korkuyu bastırmak için bir günahkâr yaratırız. Çünkü suçluyu bulmak, kendimizi ondan farklı kılar. “Ben öyle biri değilim, benim evliliğim sağlam kalır,” deriz. Oysa gerçek şudur: Hiç kimse bağışık değildir. Ne kadar çaba gösterilirse gösterilsin, bazı ilişkiler yürümeyebilir. Ve bu durum, kimseyi eksiltmez.
Evlilikler gibi boşanmalar da insanîdir. Nasıl ki aşkı kutsuyorsak, ayrılığı da anlayabilmeliyiz. İnsanlar değişir. Hayatlar değişir. Ve bazen, birbirine çok yakışan iki insan, aynı hayatta birbirine yük hâline gelebilir. Bu bir suç değil, bir gerçektir.
Bir çift ayrıldığında onları mahkûm etmek yerine, yaşadıkları süreci anlamaya çalışmak gerekir. Çünkü bazen en büyük çöküşler, en sessiz evlerin içinde olur. Kimseye anlatılamayan geceler, birikmiş kelimeler, unutulmuş duygular… Bütün bunlar zamanla bir dağa dönüşür. Ve bazen insanlar bu dağın altında kalmadan çıkmayı seçerler.
Toplum olarak yapmamız gereken, bu kararı cesaret olarak görebilmek. Çünkü evet, bazen gitmek kalmaktan daha güçlü bir duruştur.
Boşanmalar, bir suçlu aramakla değil, bir süreci anlamakla ele alınmalı. Ve belki de artık şu soruyu sormayı bırakmalıyız:
“Kim suçlu?”
Onun yerine şunu sorabilmeliyiz:
“Bu insanlar ne yaşamış olabilir?”
İşte o zaman, yargı değil anlayış büyür. Suç değil, şefkat konuşur. Ve biz insanlar olarak biraz daha olgunlaşırız.
YORUMLAR